Modern yaşamın temposu içinde sıkça karşılaştığımız bir cümle: “Yorgunum.” Ancak bazıları için bu yorgunluk, birkaç saatlik dinlenmeyle geçmeyen, günlerce hatta haftalarca süren bir hâl alır. Beden değil, ruh yorulmuştur. Bu noktada devreye giren kavram ise “tükenmişlik sendromu”dur. Ama aslında, tükenen şey çoğu zaman enerji değil, umuttur.
Tükenmişlik, ilk kez 1970’li yıllarda psikolog Herbert Freudenberger tarafından tanımlanmıştır. Başlangıçta yalnızca insanlarla yoğun temas içinde olan meslek gruplarında (doktorlar, öğretmenler, psikologlar) görülse de, günümüzde tüm mesleklerde ve hatta öğrenciler, ev hanımları gibi ücretli bir işte çalışmayan bireylerde de gözlemlenmektedir.
Tükenmişlik; duygusal, zihinsel ve fiziksel kaynakların aşırı şekilde kullanılması sonucu ortaya çıkan, kronik stresin bir ürünü olan bir çökme halidir. Ancak bu sadece “çok yoruldum” meselesi değildir. Tükenmişlik, zamanla bireyin işine, hayatına, ilişkilerine ve hatta kendi benliğine dair inancını kaybetmesine neden olabilir.
Birçok kişi tükenmişlik yaşarken bunu sadece fiziksel bir yorgunluk olarak yorumlar. Ancak aslında daha derin bir kırılma yaşanıyordur. Enerji eksikliği gibi görünse de, aslında kişi kendi kapasitesine, anlam arayışına ve geleceğe olan inancını kaybetmeye başlar. Gün doğarken heyecan duymamak, eskiden keyif veren şeylere karşı duyarsız kalmak ya da hiçbir hedefin yeterince anlamlı gelmemesi gibi belirtiler gözlemlenebilir.
Bu noktada önemli olan fark şudur: Tükenmişlikte tükenen, kas gücümüz değil; yaşama dair umutlarımız, bağlarımız ve anlam algımızdır.
Tükenmişliğin psikolojik yüzü, genellikle şu şekilde ortaya çıkar:
• Duygusal tükenme: “Hiçbir şey hissetmiyorum”, “Artık hiçbir şey beni heyecanlandırmıyor” gibi ifadelerle dile getirilir. Kişi bir tür içsel boşluk hissi yaşar.
• Depersonalizasyon: Kişi kendini adeta bir makine gibi hisseder, yaptığı işlere yabancılaşır. “Ben değilmişim gibi hissediyorum” ifadesi yaygındır.
• Başarı hissinde azalma: Birey, yaptığı işin bir değeri olmadığını ya da çabasının bir karşılığı bulunmadığını düşünür. “Ne yaparsam yapayım, yetmiyor” hissi içselleşmiştir.
Tükenmişlik çoğunlukla yalnızca yoğun çalışmanın sonucu değildir. Asıl tetikleyici faktörler arasında:
• Anlamsızlık hissi (işin veya yaşamın bir amacı olmadığı düşüncesi),
• Kontrolsüzlük (karar alamamak, etkisiz hissetmek),
• Sürekli performans baskısı (hep daha fazlası beklenmek),
• Duygusal izolasyon (anlaşılmadığını hissetmek) yer alır.
Bu faktörler birleştiğinde, kişi sadece bedenen değil; ruhen de yorulur. Bu yorgunluk, zamanla bir umutsuzluğa dönüşür.
Tükenmişliği yalnızca “dinlenerek” çözmek, çoğu zaman yeterli değildir. Çünkü burada esas mesele, kişinin yaşantısına yüklediği anlamın, ilişkilerinin ve benlik algısının zarar görmüş olmasıdır. Bu noktada psikoterapi; kişinin içsel ihtiyaçlarını, bastırdığı duyguları, beklentilerini ve sınırlarını yeniden keşfetmesine yardımcı olur.
Terapide, şu sorular üzerinde çalışmak oldukça dönüştürücü olabilir:
• “Gerçekten neyi yapmayı seviyorum?”
• “Kimin beklentilerini karşılamaya çalışıyorum?”
• “Hayatımda neye evet, neye hayır demek istiyorum?”
• “Kendimle ilişkim şu anda ne durumda?”
Bu sorular, bireyin sadece enerji değil umut da kazanmasına, yaşamına yeniden yön verebilmesine kapı aralar.
Tükenmişlik bir zayıflık değil, bir işaret fişeğidir. Yaşantımızda bir şeylerin değişmesi gerektiğini haber verir. “Enerjim değil, umudum azaldı” diyen birey aslında hayattan uzaklaşmıştır ve çoğu zaman kendine dönmenin yollarını aramaktadır.
Unutmayalım ki, umut yeniden inşa edilebilir. Yeter ki duyulmamış iç seslerimizi duymaya, sınırlarımızı tanımaya ve ihtiyacımız olan desteği almaya cesaret edelim.
Unutma! Yalnız değilsin.
Uzm. Klinik Psikolog Ferkan Ayyıldız Psikoloji Merkezi