Aynada gördüğün şeyle, iç dünyanda hissettiğin şey birbirini ne kadar yansıtıyor?
Bir tabak yemek, bir tartı rakamı ya da birkaç beden farkı… Kimi zaman yalnızca fiziksel değişim gibi görünse de, yeme davranışlarının ardında çoğu zaman derin bir psikolojik çatışma yatar.
Yeme bozuklukları, yalnızca kilo ya da estetikle ilgili değildir; özde kontrol, benlik değeri ve duygusal düzenlemeyle ilgilidir.
Bu yazıda, yeme bozukluklarının görünmeyen yüzünü, psikolojik kökenlerini ve iyileşme sürecini bir klinik psikoloğun gözünden inceleyeceğiz.
Yeme davranışımız, aslında kim olduğumuzun sessiz bir ifadesidir.
Çoğu zaman “nasıl yediğimiz”, “neyi bastırdığımızın” ipucudur.
Kimi insanlar için yemek bir teselli, kimileri içinse cezadır.
Bazıları açlığı bastırır, bazıları ise doymaz.
Ve bu iki uç arasında duygusal açlık, kontrol arzusu ve bedenle kurulan karmaşık ilişki şekillenir.
Yeme bozuklukları, psikolojide yalnızca beslenme davranışının bozulması değil, kişinin benlik algısında derin bir çatlama olarak değerlendirilir.
“Yeterince iyi değilim”, “Değerim dış görünüşümle ölçülüyor” gibi inançlar, yeme davranışına yön verir.
Yeme bozukluklarının altında genellikle üç temel dinamik yatar:
Kontrol Kaybı / Kontrol Arayışı:
Kişi hayatında kontrol edemediği alanları (ilişkiler, aile baskısı, travma, başarısızlık korkusu) yeme davranışı üzerinden kontrol etmeye çalışır.
“Yememeyi başardım” düşüncesi bir zafer hissi yaratır. Ancak bu kontrol, zamanla kendi hayatını ele geçirir.
Benlik Değeri ve Beden İmajı:
Toplumun “ideal beden” dayatması, özellikle ergenlik ve genç yetişkinlikte özdeğerin beden görünümüne bağlanmasına neden olur.
Kişi kilo aldığında değil, “başarısız” hissettiğinde yemek yememeye başlar.
Duygusal Bastırma ve İfade Eksikliği:
Duygularını tanımakta, ifade etmekte ya da düzenlemekte zorlanan bireyler, bu duygusal yoğunluğu yeme davranışına yönlendirir.
Bir bakıma, duygular yemekte somutlaşır.
Yeme bozukluğu denilince akla ilk gelen “anoreksiya” ve “bulimiya” olsa da tablo çok daha geniştir.
Her biri farklı biçimde tezahür eder, ancak ortak payda kendilik algısındaki bozulmadır.
Kişi aşırı zayıf olmasına rağmen kendini kilolu hisseder.
Yemekten kaçınır, kalori hesaplarına takıntılı hale gelir.
Açlık hissini bastırdıkça, “güçlü ve iradeli” olduğunu düşünür.
Aslında bu bir kontrol illüzyonudur — kontrol ettiğini sanarken, yeme bozukluğu onu yönetir.
Zihinsel yapı: mükemmeliyetçilik, katı düşünme kalıpları, başarısızlık korkusu, eleştiriye aşırı duyarlılık.
Kişi tıkınırcasına yer, ardından bu yeme davranışını telafi etmeye çalışır (kusma, aşırı egzersiz, oruç tutma vb.).
Döngü tekrarladıkça kişi hem fiziksel hem de duygusal olarak tükenir.
Zihinsel yapı: utanç, suçluluk, kontrol kaybı korkusu, dış görünüşe aşırı odaklanma.
Bulimiya, çoğu zaman dışarıdan fark edilmez çünkü kişi kilo bakımından “normal” görünür.
Ancak iç dünyasında yoğun bir kendinden nefret, suçluluk ve utanç barınır.
Kişi kısa sürede aşırı miktarda yemek yer ama ardından telafi davranışı (kusma vb.) göstermez.
Genellikle stres, yalnızlık, öfke ya da boşluk hissi tetikleyicidir.
Yeme eylemi duygusal boşluğu geçici olarak doldurur ama ardından pişmanlık ve suçluluk gelir.
Zihinsel yapı: bastırılmış duygular, düşük benlik saygısı, travmatik geçmiş, duygusal açlık.
Yeme bozukluğu yaşayan bireylerin büyük çoğunluğu aslında “yemek”le değil, “kendini kabul etmekle” savaşıyordur.
Bir beden imgesi içinde sıkışmış benlik, duygusal ifadeye izin verilmediğinde bedeni kontrol etmeye yönelir.
Kişi çoğu zaman farkında olmadan, “bedenini düzeltirse duygularını da düzeltebileceğine” inanır.
Oysa bu, bir yanılsamadır.
Çünkü sorun vücutta değil, zihinle beden arasındaki kopukluktadır.
Yeme bozuklukları yalnızca fiziksel değil; aynı zamanda nöropsikolojik bir dengelenme biçimidir.
Beyin, açlık durumunda dopamin ve serotonin düzeylerini farklı işler — bu da geçici “rahatlama” hissi yaratır.
Ancak bu rahatlama sürdürülemez ve döngü yeniden başlar.
Günümüzde sosyal medya, beden algısını hiç olmadığı kadar etkiliyor.
Filtreler, photoshop’lu bedenler, “fit” olmanın başarıyla özdeşleştirilmesi…
Bu görünmez baskı, özellikle genç kadınlarda “beden memnuniyetsizliği”ni artırıyor.
Araştırmalar, sosyal medyada günde üç saatten fazla zaman geçiren ergenlerin yeme bozukluğu geliştirme riskinin iki kat arttığını gösteriyor.
Çünkü her kaydırma hareketi, zihne bir mesaj verir: “Sen de böyle olmalısın.”
Yeme bozuklukları, çoğunlukla yalnızca “diyetle” ya da “beslenme planı”yla çözülemez.
Çünkü temel sorun, duyguların düzenlenme biçimindedir.
Psikoterapide amaç, kişinin yalnızca yeme davranışını değil, o davranışı yönlendiren bilişsel ve duygusal dinamikleri anlamasını sağlamaktır.
Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT): Kişinin “beden”, “kontrol” ve “değer” hakkındaki çarpıtılmış inançlarını yeniden yapılandırır.
Şema Terapi: Çocukluk dönemindeki değersizlik, onaylanma veya terk edilme şemalarını ele alır.
Mindfulness Temelli Terapi: Kişinin bedenini “düşman” değil, “deneyim alanı” olarak görmesini sağlar.
Aile Terapisi: Özellikle ergenlerde, aile dinamikleri yeme davranışını güçlü biçimde etkilediği için destekleyici bir bileşendir.
Yeme bozukluğundan iyileşmek, bir “diyet listesi” değil; içsel bir yeniden doğuş sürecidir.
Kişi yavaş yavaş kontrol etmeyi değil, kendini dinlemeyi öğrenir.
Açlıkla doyumu, suçlulukla zevki, bedenle zihni yeniden ayırt eder.
İyileşme; “artık yiyorum” demek değil, “artık kendimi cezalandırmıyorum” diyebilmekle başlar.
Ve bu, en sessiz ama en güçlü direniştir.
Yeme bozukluğu, “güçsüzlük” değil, yardım çığlığıdır.
Bu çığlık, “beni duy” diyen bir zihnin, bir kalbin sesidir.
Yemekle kurduğumuz ilişki, aslında kendimizle kurduğumuz ilişkinin aynasıdır.
Kontrolü bırakmak, teslim olmak değil; kendine şefkat göstermek demektir.
Ve bazen, iyileşmenin ilk adımı bir lokma yemek değil, kendini affetmektir.
Unutma! Yalnız değilsin.
Uzm. Klinik Psikolog Ferkan Ayyıldız Psikoloji Merkezi